Bir yanda “biyolojik sürekliliği”, diğer yanda “metafizik ayrılıkçılığı” savunan tezlerin kuramsal tehlikelerinden kaçınmaya çalışan hayvan çalışmaları, birbirinden ayrı ontolojik kategoriler olarak “insan” ile “hayvan”ı şeyleştirdiğimiz kavramları yapısöküme tabi tutmuştur. Geçtiğimiz yıllar içinde bu konudaki en etkili isim kuşkusuz Derrida olmuştur. “Soru, hayvanları belirli güçlerden mahrum bırakmaya hakkımız olup olmadığından ziyade,” diye yazar Derrida, “insanın, hayvanda reddettiği şeyi bu kadar kesin biçimde kendine atfetmeye hakkı olup olmadığı, ve bu atfın saf, mutlak, bölünmez kavramını herhangi bir şekilde haiz olup olamayacağı sorusudur”.
Hakikati güneşin ışıkları altında değil, her şeyi tek bir renge boyayan zifiri karanlıkta aramayı şiar edinenler, gerçekte içinde yaşamak için önce kurulmuş ruhu ve onunla birlikte kurulmuş dünyayı yıkmak gerektiğini bilirler.
31 Mart 2011 Perşembe
kuşlar ve kadınlar
23 Temmuz 1920’de Woman’s Leader’da Virginia Woolf’un “The Plumage Bill” başlıklı bir yazısı yayımlanır. Şapkalarını rengârenk tüylerle süsleyebilsinler diye işkencelerle öldürülen kuşların akıbetine kayıtsız kalan moda tutkunu kadınları alttan alta aşağılayan bir yazıya cevaben kaleme aldığı bu metinde, o kuşların kadınların değil erkeklerin elinden öldüğünü anlatan Woolf, geçim derdinde olmakla şapkasını süslemek arasındaki farkı teslim etmekle birlikte, kuşları koruyacak yasanın çıkarılmasının da yine erkekler tarafından engellendiğine dikkat çeker ve yazısını şu sözlerle noktalar:
“Fark ettim ki kuşların çektiği acılardan ziyade kadınlara edilen haksızlık üzerine yoğunlaşmışım. Yoksa kadınlara haksızlık etmek, kuşlara işkence çektirmekten daha ağır bir suç mu?”
punk's not dead
Kapüşonlu bir şahıs, bir kısmı çoktan çökmüş bir vitrine tekme atarken, isyanın bu gizemli anti-kahramanının arkasında sarı kırmızı alevler parlıyor. Pek çok gazete, çoğu öğrencinin barışçıl bir yürüyüş olarak niyetlendiği ve o şekilde geçirdiği gösterileri resmetmek için bu kareyi seçti. Mesela ellerinde pankartları, yüzlerine gülen surat resmi çizmiş çocukların fotoğrafları yerine bu fotoğrafı ön sayfalara taşımak, politik bir manipülasyon hamlesi mi? Medya, bir kez daha, öğrencileri serseri ayaktakımı gibi göstermedeki hünerini mi sergiliyor?
mezbahaları ve eti konu alan resimler bana hep dokunmuştur; bence bunların hepsi çarmıha geriliş hikâyesinin parçası... tabii ki hepimiz etiz, hepimiz potansiyel leşleriz. bir kasap dükkânına girdiğimde, hayvanın yerine orada duranın ben olmadığıma şaşarım.
29 Mart 2011 Salı
pity the meat that we are
BACON, figure with meat |
GILLES DELEUZE (Francis Bacon)
24 Mart 2011 Perşembe
Tarihte kadınlar hayvan hakları hareketinde her zaman öncü oldu, ama feministler olmadı. Feministler neden ırk ya da sınıf ayrımcılığına karşı siyasî ve felsefî tavır almakta gecikmezken, hayvan haklarını hiçe saydılar? Bunun birkaç nedeni var. Birçok feminist yıllar içinde kadınlarla hayvanlar arasında kurulan denkliğin kadınları gayri insanîleştirme şekli olduğunu gördü. Buna tepki olarak, “Biz de insan türünün bir parçasıyız. Tıpkı erkekler gibi ussal, düşünen varlıklarız,” dediler. Ayrıca ırkçılık karşıtı ilerici feministlerde, hayvanlar adına konuştuğumuzda insan mağdurların uğradığı haksızlıkları küçümseme endişesi söz konusu.
CAROL J. ADAMS
hayvanlar hakkında konuşmak - detay
İki yıl önce gazetelerde, gezintiye çıkmak üzere kiraladığı bir ata tecavüz ettiği ortaya çıkan bir erkekle ilgili haberlere yer verildi. Haberlerin odağında, failin iyi eğitimli biri olduğu (bu tür haberlerde genellikle yapıldığı gibi kendisine isim ve soyadının baş harfleri yerine “mühendis” olarak atıfta bulunuluyordu) ve bu sapkınca eylemine karşılık 250 YTL gibi düşük bir para cezası aldığı bilgisi yer alıyordu.
Tecavüze uğradığı iddia edilen atın fiziksel ve psikolojik durumundan, tecavüz suçuna işaret eden verilerden söz edilmiyordu. Tabii ki kurbanın, binek hayvanı olmak üzere geçtiği acı verici ehlileştirme sürecinden itibaren her gün rutin olarak dayak yediği, kırbaçlandığı, doğasına aykırı sefil bir hayat sürmeye zorlandığı, ekonomik açıdan kâr getirmeyecek kadar yorgun düştüğünde mezbahada katledileceği gerçeği tamamen göz ardı ediliyordu.
Aynı sıralarda gündeme düşen bir diğer haber de, bir ineğe tecavüz ettiği ortaya çıkan başka bir erkekle ilgiliydi. Burada da, söz konusu ineğin durumundan söz edilmediği gibi, rutin olarak maruz kaldığı zorla gebe bırakılma, düzenli olarak süt vermesi sağlanarak sağılma, yavrularından koparılma gibi bedensel ve ruhsal bütünlüğünü ihlal eden işkenceler göz ardı ediliyordu.
Her iki olaya ilişkin haberlerin en önemli ortak noktası, bu iki erkeğin hayvanlara eziyet ettikleri için değil, toplum ahlakı (ve açıkça belirtilmese de hayvan sahiplerinin “namusu”) açısından kabul edilemez olan bir eylemde bulundukları için kınanmalarıydı. Ve tabii ki, inek ile atın sahibi olan erkekler, “kirletildikleri” gerekçesiyle hayvanlarını öldürmeye karar vermişlerdi.
Bkz. 18 ocak 2009 tarihli aynı başlıklı post
20 Mart 2011 Pazar
proteinsel hiyerarşi: kral et, parya sebze
Et, kraldır. Etin erkeklikle [ve güçle] özdeşleştirilmesine paralel olarak, et yiyenlerin et haricindeki her çeşit gıda için kullandıkları sebze kelimesi kadınlarla özdeşleştirilmiştir. Bu, bilinçaltı bir düzeyde, [erkeğin avcı] kadının toplayıcı olduğu dönemleri hatırlatır. Kadınları tali konuma getiren erkek egemen, et yiyen toplum, bizim besinimizi de tali hale getirmiştir. Genelde toplumun ikinci sınıf mensuplarıyla özdeşleştirilen gıdaların ikinci sınıf protein kaynakları olduğu düşünülür. Kadının kendi başına ayakta kalamayacağını düşündüğümüz gibi, sebzelerin de kendi başlarına yeterli gıda oluşturmadıklarını düşünürüz – sebzelerin, ortalamada, etten daha çok vitamin ve mineral içermesine rağmen. Et, yeri doldurulmaz bir gıda nesnesi olarak görülür. Mesaj açıktır: Parya sebze, kendisine tahsis edilen yerle yetinmeli ve et kralın tahtına göz dikmemelidir. Kadınlar kral olamadıklarına göre, kadınların besini tahta oturabilir mi?
CAROL J. ADAMS (The Sexual Politics of Meat)
19 Mart 2011 Cumartesi
nazi almanyasındaki tek hümanist
Nazi Almanyasında, Yahudi esirlerin tutulduğu bir birimde yetmiş kişi kalıyorduk. Ne tesadüf ki kampın numarası 1492’ydi, yani Yahudilerin İspanya’dan sürüldüğü tarih. Fransız üniformamız sayesinde Hitlerci şiddetten hâlâ korunabiliyorduk. Ama “özgür” denen diğerleri, bizimle iş yapan, bize iş veya emir veren veya sadece bize gülümseyen insanlar –ve yanımızdan geçen, bazen başlarını kaldırıp bize bakan kadınlar ve çocuklar– bizi insan derimizden soyuyorlardı. Onların nezdinde biz insanaltı varlıklardık, bir grup büyük maymunduk. [...] Biz, onların türü içine hapsolmuş, kullandıkları bütün kelimelere rağmen, dili olmayan varlıklardık.
Sonra, birkaç haftalık kısa bir süre boyunca, başıboş bir köpek hayatlarımıza girdi – tabii nöbetçiler onu kovalayana kadar. Birgün, muhafızların gözetimi altında çalışmaktan döndüğümüzde, köpek, bu ayaktakımıyla tanışmaya geldi. Kampın civarındaki yaban bir arazide hayatta kalmayı başarmıştı. Ona “Bobby” diye egzotik bir isim verdik, tıpkı insanların sevdikleri köpekler için yaptıkları gibi. Sabah sayımında ortaya çıkar, çalışmadan döndüğümüzde bizi bekliyor olur, bizi görünce atlayıp sıçramaya ve neşeyle havlamaya başlardı. Onun gözünde insan olduğumuza şüphe yoktu.
EMMANUEL LEVINAS
Difficult Freedom: Essays on Judaism
vegan-feminist manifesto III. fasıl
TT: Bilindiği gibi, Donna Haraway iki manifesto yazdı: Biri "siborg manifestosu", diğeri ise “yoldaş hayvan” manifestosu. İkincisiyle ilgili tereddütleriniz olduğunu biliyorum. Vegan-feminist bir manifesto perspektifinden, yoldaş hayvan manifestosunun sınırlılıkları nelerdir?
Carol Adams: Bence Haraway burada çok kişisel bir işe soyunmuş. Ama sonuçta ortaya çıkan küçük metin, benim açımdan son derece rahatsız edici. Kendi içinde dengesi yok, sanki parçalar kabaca birleştirilmiş gibi. Ve metnin tonunda kararsızlıktan ziyade tutarsızlık var. Bazı yerlerde düpedüz aksi bir tona rastlanıyor. Haraway’de insanı rahatsız eden şey, eksik bıraktıkları. Onun metnini Derrida’nınkiyle ["The Animal That Therefore I am] karşılaştırarak okuduğunuzda, söylenmeden bırakılanlar çok ağır geliyor.
vegan-feminist manifesto II. fasıl
-EMPOWERED FLESH EATER- |
TT: Akademinin “hayvan haklarına” yönelik bu ısrarlı direncinin sebebi nedir sizce?
Carol Adams: Belki de bir akademisyen, daha elle tutulur bir şeyin –kararlı eylemin– peşinde olan aktiviste kıyasla, kararsızlıkları benimsemeye daha yatkındır. Belki de zor soruları, sırf cevapları –“haklar söylemi” gibi– yanlış olduğu için es geçmek, kolay bir kaçış sağlamaktadır.
TT: “Post-Meateating” başlıklı son yazınızda, hayvan haklarının postmodern çağdaki modern bir haraket olduğunu söylüyorsunuz.
18 Mart 2011 Cuma
hayvanlar hakkında konuşmak - detay
-LUCIAN FREUD- |
BKZ. 18 ocak 2009 tarihli aynı başlıklı post
the animal that therefore I am
Son iki yüzyıldır, insanların hayvan yaşamlarını maruz bıraktığı sınaî, mekanik, kimyasal, hormonal ve genetik şiddetin realist bir resmi yapılsa ortaya ne kadar dehşet verici ve tahammül edilmez bir tablo çıkacağını herkes biliyor. Bu hayvanların üretim, yetiştirilme, nakil ve kesim süreçlerinin ne hale geldiğini herkes biliyor. İnsanların hayvanlarda tanık oldukları acıyı, korkuyu veya paniği, dehşeti veya ürküyü hiç kimse inkâr edemez.
JACQUES DERRIDA
dönüşüm
"KEDİ, BİZDE NE GÖRÜYORDU?" |
ZIZEK
dönüşüm
http://backdoorbroadcasting.net/2010/11/slavoj-zizek-violence-revisited/
[...] Bir diğer örneğim de, Hayvan Hakları. Yani sonuçta Peter Singer filan olacak değilim korkmayın. Ama son dönemde Derrida’nın bir kitabını okudum, çok iyi bir soruyu gündeme getiriyor. Kısaca ifade etmek gerekirse, gündelik hayatımızın ne kadarı şu fetişist inkâra dayanmaktadır: “Evet biliyorum, ama ne olacak?” Hayvanlara neler yaptığımızı biliyoruz, üstelik laboratuvar hikâyelerinden bahsetmeyi de sevmiyorum çünkü bunlar istisnaları gündeme getiriyor. Sonuçta her gün yediğimiz tavukların nasıl yetiştirildiğini de biliyoruz, domuzların nasıl yetiştirildiğini biliyoruz. Bu tam bir kâbus, peki bununla nasıl yaşıyoruz? Olup biteni biliyoruz, ama sanki bilmiyormuş gibi davranıyoruz.
Derrida’nın “This Animal that therefore I am” kitabında çok güzel bir tasviri var, yaralı bir hayvanın size baktığı o ilksel sahneyi tasvir ediyor – bu, ötekinin ilksel bakışıdır. Derrida burada Levinas’a çok güzel bir nazire yapar: Levinas, “ötekinin bakışı” denen şeyden hayvanları açıkça dışlamıştır. Derrida’nın satırlarını okurken, yıllar önce gördüğüm bir kedinin fotoğrafı aklıma geldi. Bu fotoğraf, kedi çok korkunç bir deneyden geçirildikten hemen sonra çekilmişti. Deneyde canlı bir organizmanın ne kadar darbeye dayanabileceği test ediliyordu. Bunun insanlara ne gibi bir fayda sağlayacağını anlamamıştım. Bu kedi, bir santrifüj makinesine konmuş ve deli gibi döndürülmüştü. Fotoğrafta, kemikleri kırılmış bir kedi görüyordunuz, benim için en şok edici yanı ise tüylerinin çoğunun dökülmüş olmasıydı. Ama buna rağmen yaşıyor ve objektife bakıyordu. İşte bu noktada o Hegelci soruyu sormak istiyorum: Kedi, bizde ne görüyordu? Ne tür bir canavara bakıyordu? Kedinin bizim için ne olduğu değildi mesele, biz kedi için neydik? Bu canavarlık hakkında düşünmek gerekiyor. İşte bu da, görmezden gelinen başka bir şiddet.
Derrida’nın “This Animal that therefore I am” kitabında çok güzel bir tasviri var, yaralı bir hayvanın size baktığı o ilksel sahneyi tasvir ediyor – bu, ötekinin ilksel bakışıdır. Derrida burada Levinas’a çok güzel bir nazire yapar: Levinas, “ötekinin bakışı” denen şeyden hayvanları açıkça dışlamıştır. Derrida’nın satırlarını okurken, yıllar önce gördüğüm bir kedinin fotoğrafı aklıma geldi. Bu fotoğraf, kedi çok korkunç bir deneyden geçirildikten hemen sonra çekilmişti. Deneyde canlı bir organizmanın ne kadar darbeye dayanabileceği test ediliyordu. Bunun insanlara ne gibi bir fayda sağlayacağını anlamamıştım. Bu kedi, bir santrifüj makinesine konmuş ve deli gibi döndürülmüştü. Fotoğrafta, kemikleri kırılmış bir kedi görüyordunuz, benim için en şok edici yanı ise tüylerinin çoğunun dökülmüş olmasıydı. Ama buna rağmen yaşıyor ve objektife bakıyordu. İşte bu noktada o Hegelci soruyu sormak istiyorum: Kedi, bizde ne görüyordu? Ne tür bir canavara bakıyordu? Kedinin bizim için ne olduğu değildi mesele, biz kedi için neydik? Bu canavarlık hakkında düşünmek gerekiyor. İşte bu da, görmezden gelinen başka bir şiddet.
SLAVOJ ZIZEK
vegan-feminist manifesto I. fasıl
-IT'S A WONDERFUL LIFE, SUE COE- |
CAROL J. ADAMS
17 Mart 2011 Perşembe
reason vs. love
2 Mart 2011 Çarşamba
Hayvanları Hatırlamak 2
Kurmaca ve pedagojik yazın türlerinin öncüsü sayılan Ezop’un fabllarında, büyük ölçüde, insan doğasının çeşitli yönlerini tasvir etmek üzere hayvanların satirik betimlemelerinden yararlanılmıştır. Bu bağlamda, hayvan varlığına masallarda çok sık başvurulmasına da dikkat çekilebilir. Fabllarda olduğu gibi, masallarda da hayvanlar yazınsal veya alegorik amaçlarla kullanılır. Donna J. Haraway, sosyal bilimlerde de hayvan modellerinin buna benzer bir öğretici rol üstlenmesinden söz eder:
Marx ve Engels: Hayvanları Taklit Etmek
Taklit yetisi insanın ayırıcı özelliklerinden biridir. Bazıları bu özelliği, hayvanları insanlardan “ayıran” bir fark olarak kullanırlar. Fakat bunun problemli olduğu açıktır, çünkü bu, insandışı varlıkların, taklit edilen şeyler olarak, daima insanı sorguya çekeceği anlamına gelir. Freud bu konuda gayet nettir; son dönemdeki psikanaliz uygulamalarında da, bir bilinçdışı kuramının, insanlar ile insandışı varlıklar arasında katı bir ayrımı imkânsızlaştırdığına vurgu yapılır (bkz. Lippit'in, Freud ve Breuer’i tartıştığı Electric Animal adlı eseri ve Ziser'in Angelaki dergisindeki "Mirrors" makalesi). Marksizm de, özellikle emeği öne çıkardığı durumlarda, doğalcı bir cemaati savunması gerektiğini düşündürmektedir. Bunun , bugün var olan tüm Marksizm biçimleri için geçerli olduğunu ortaya koymak için detaya girmeyeceğim, ama genel bir ilke olarak her türlü cemaat formülasyonunun –ya bir kimlik politikası biçiminde ya da marjinal vakaları açıklamada yetersiz olduğu gerekçesiyle– içkin bir insanmerkezcilik eleştirisi sunduğu anlaşılmaktadır.
Hayvanları Hatırlamak 1
Max Horkheimer ve Theodor Adorno, Batı hümanist kültürünün hayvanların dışlanmasına dayandığını ve tarihsel ilerlemesinin mantıken kitlesel katliamın meşrulaştırılmasıyla tamama erdiğini öne sürerler. Onlara göre Nasyonal Sosyalist devlet, Yahudileri önce insandışı veya hayvan ötekilere, “bir tür haline” dönüştürerek “Alman” toplumundan silinmelerini mazur göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın felaketleri, insanlığı hayvanlardan ayıran antropolojik temelden doğmuştur:
Avrupa tarihinde insan fikri, insanın hayvanla arasındaki ayırt edici özellikler üzerinden ifade edilir. Hayvanın irrasyonelliği, insan onurunun kanıtı olarak gösterilir. Bu karşıtlık, burjuva düşüncesinin tüm seleflerince –antik Yahudilerden Stoacılara, Kilise babalarına, Ortaçağ’a ve modern döneme kadar– öylesine ısrarlı biçimde ve fikir birliğiyle tekrarlanmıştır ki, Batı antropolojisinde bu denli kök salıp yerleşmiş başka bir fikre daha rastlamak zordur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)