19 Mart 2011 Cumartesi

vegan-feminist manifesto II. fasıl

-EMPOWERED FLESH EATER-


TT: Akademinin “hayvan haklarına” yönelik bu ısrarlı direncinin sebebi nedir sizce?

Carol Adams: Belki de bir akademisyen, daha elle tutulur bir şeyin –kararlı eylemin– peşinde olan aktiviste kıyasla, kararsızlıkları benimsemeye daha yatkındır. Belki de zor soruları, sırf cevapları –“haklar söylemi” gibi– yanlış olduğu için es geçmek, kolay bir kaçış sağlamaktadır.

TT: “Post-Meateating” başlıklı son yazınızda, hayvan haklarının postmodern çağdaki modern bir haraket olduğunu söylüyorsunuz.


CJA: Bu, hayvan hakları söylemlerine karşı çıkılmasının başka bir sebebi olabilir. The Sexual Politics of Meat’te, etleri için kullanılan insandışı hayvanların “kayıp gönderge” olduklarını yazmıştım. “Post-meateating”de [Etyiyicilik Sonrası], Fredric Jameson’ın görüşünden yola çıktım. Jameson, genel olarak, doğanın hâlâ bir gönderge olduğu modern dönemden, aslî göndergenin kültür olduğu postmodern bir döneme geçildiğini söyler. Bu görüşü, postmodern zamanda hayvanların kayıp gönderge olma konumlarını bile yitirdiklerine işaret ediyor – artık göndergenin sadece kültürel bir bağlamı var.

Postmodernizm, bireysel, özerk özne fikrinin altını oyup onun yerine çoğul benlikleri ve akışkan özneleri geçirdiğinde, Tom Regan’ın hayvanların da bilinç ve yaşam öyküsüne sahip olduklarını savunduğu  akademik çalışması The Case for Animal Rights bağlamını yitirir gibi oldu. (Halbuki, başka hayvanlara da çoğul benlikler atfetmemek için bir neden yok.) 

Köklerini Regan veya Peter Singer’a dayandıran hayvan hakları hareketi, tam da postmodernizmin  modernist düşünceyi yerinden ettiği bir zamanda modernist iddialar öne sürmek gibi bir talihsizlikle karşılaştı. Bu nedenle bu hareketin günü geçmiş gibi görünüyor, kendi aktivizmiyle (boykotlar/afişlemeler/lobi faaliyetleri), anakronist olduğu varsayımını açık ediyor. İroninin ve kendi kendiyle alay etmenin geçer akçe olduğu bir zamanda hayvan hakları söylemi fazlasıyla mutlakçı ve ciddi görünüyor. Şakadan anlamaz, öğüt verici bir söylem olarak görülüyor. Kültürü “hayvan” göndergesine geri döndürmeye çalışmanın çok sıkıcı, oyunculuktan nasiplenmemiş bir çaba olduğu düşünülüyor.

Ama anlaşıldığı kadarıyla PETA [Hayvanlara Etik Muamele Örgütü] bu durumun gayet iyi farkında. Bu yüzden genelde kültürel göndergeleri olan imgelerden yararlanıyorlar. Süpermodellerle, aktörlerle çalışıyorlar. Dolaşımda olan kültürel fikirleri kullanıyorlar. PETA hayvan deneylerini protesto etmek için, Katolik bir arkadaşımın tabiriyle “kanayan İsa” resimlerini, yani zarar görmüş, yaralı hayvanların resimlerini dolaşıma sokmaktansa, Mickey Mouse maskeleri takıyor. Yani çok ironikler.

PETA, göndergenin, yani hayvanların, pek çok insan için yok olduğunu kabul etmiş gibi görünüyor. Ve ellerinde kalanla, kültürel tüketimle idare etmeye çalışıyorlar, kültürel imgeleri/konuları manipüle ediyorlar. İnsanları, yok olan gönderge hakkında düşünmek zorunda olmadan veganlık hakkında konuşturmaya çalışıyorlar. Kimi kızdırdıkları önemli değil. Hatta ne kadar çok kişiyi kızdırırlarsa o kadar iyi. Tatsızlık haber değeri taşır; çiftliklere kapatılmış insandışı hayvanlar taşımaz. Benim için bunun en iyi göstergesi, deli ineklerle ilgili haberlere rağmen insanların “biftek” yemeye devam etmeleri oldu.

Kültürel olanın gönderge haline gelmesinin bir sonucu, sadece kendimizin değil, hayvanların da hayvan varlıklar olduğunu unutmamız! Karen Davis bir tavuğun hayatında tanıyacağı en büyük zulmün insan eli olduğunu söylüyor. Aktivistlerin hayata geçirmek istedikleri kararsız olmayan eylem, o eli durdurmaktır. Ben hâlâ “dürüstlük” gibi kelimelere sıkı sıkı sarılıyorum. Hayvanlar, akademik söylemde ne tür bir göndergedirler? Beden sahibi hayvan varlıklar olmalarına izin veriliyor mu? Akademik menülerde bedenlerine çatal saplanıyor mu? Hayvan bedenlerimizin bir parçası olan ellerimiz, neler yapıyor?

CAROL J. ADAMS

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder