19 Temmuz 2017 Çarşamba

Başlangıçta Cinayet Vardı

Federal Almanya Şansölyesi Willy Brandt, Varşova Yahudi Gettosu'nda Naziler tarafından öldürülenler anısına inşa edilen anıtın önünde diz çöküyor, 1970.


Doğanın imha edilmesi ve insanlararası şiddet, sadece politikanın karşısında duran kalıcı ve zor meseleler olmakla kalmıyor, aynı zamanda sosyal bilimler için de can alıcı konular. Gelgelelim, bu iki sorunun birbirine bağlanma ihtimali bugüne kadar bu alanda büyük ölçüde görmezden gelindi. Doğanın tahakküm altına alınmasının toplum hayatında yol açtığı, fark edilmeyen bedeller olabilir mi?
Bu soru Theodor W. Adorno’nun toplumsal-felsefi düşüncesinin merkezinde yer alıyor. Adorno’ya göre insanın kendi iç doğasını denetim altına alarak doğal çevresi üzerinde kurduğu tahakküm, insanlık ufkunun kendini korumayla ve güçle sınırlanmasına yol açar. Ayrıca, insanın yeryüzünü boyunduruk altına almasının ve tüm yaratıklar üzerinde egemenlik kurmasının ilahi bir emir olduğu yolundaki haklılaştırıcı fikir, uygarlaşmış insanların duyarlılığını azaltarak, toplum içinde ve toplum tarafından örgütlenen, doğa üzerinde şiddet yoluyla tahakküm kurma koşullarını kanıksamalarına yol açar. Son olarak, doğa üzerinde şiddet yoluyla kurulan tahakkümün içselleştirilmesi, toplum hayatında güç kullanmayı kolaylaştırır.
Adorno’nun bir uygarlık psikolojisi bağlamındaki hipotezi, insanın doğaya karşı kullandığı kaba kuvvetin onu başka insanlara karşı şiddet kullanmaya da teşvik ettiği anlamına gelir. Adorno’nun savunduğu bu radikal tezi, geleneksel kültür eleştirisinden, özellikle de bu eleştirinin Alman versiyonundan ayırmak gerekiyor. Bu nedenle, Adorno’nun yaklaşımını ayırt etmek için, uygarlık kuramı biçimindeki kültür eleştirisi (zivilisationstheoretische Kulturkritik) terimini öneriyorum. İnsanın doğa üzerinde kurduğu ve bastırarak kolektif bilinçdışına ittiği tahakkümü, Adorno, sanayileşmiş –yani Batılı– uygarlığa has doğuştan bir bozukluk olarak görür.
Bu açıdan bakıldığında, Adorno’nun yaklaşımı, genellikle tarif edildiği Batı Marksizmine, neo-Marksizme veya Hegelci Marksizme öyle çok da benzer gibi görünmüyor. Onun gerek toplum ve kapitalizm eleştirisi, gerek negativist gibi görünen akıl eleştirisi, uygarlık kuramı biçimindeki kültür eleştirisi’nden türemiştir. Ana motifi, Marx’ın ana tema olarak seçtiği, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki diyalektik değil, doğa üzerindeki tahakkümün diyalektiğidir: doğa üzerindeki tahakküm ile toplum hayatındaki barbarlık arasında tarihöncesi bir bağ olduğu yolundaki radikal hipotez. Bu anlamda Adorno’nun eserleri, Nietzsche, Freud ve Max Weber’le başlayan uygarlık kuramı biçimindeki kültür eleştirisi’nin gelişimindeki son noktadır.

*
İnsanlık yaşam hakkıyla ilgili bir hiyerarşiyi bir kez yarattı mı, hayvanlara karşı kullanılagelen şiddeti kendi hemcinslerine karşı da kullanması için gereken tek şey bir kriter değişikliği olur – yeter ki söz konusu hemcinsler kültürden nasiplenmemiş, doğaya daha yakın, dolayısıyla daha tehlikeli varlıklar olarak algılanabilir olsun. İnsanın kendi hemcinsini ölümlülere has acısı çoğunlukla inkâr edilen bir hayvan gibi görmesi, ona bir hayvan gibi muamele edebilmesinin psikolojik koşullarını hazırlar. Dahası, insanın kendi hemcinsini öldürmekle kabahat işleyeceğine dair alttan alta kendini hissettiren o temel farkındalık, inkâr edilmesi gereken bir şey olduğu için, paradoksal biçimde karşısındakine daha da barbarca davranmasına yol açar. “Alt tarafı hayvan” gerekçesinin aslında meşru olmadığı yolundaki temel fikri durmaksızın inkâr edebilmek için, hayvanlara karşı kullanılan şiddetin zorlantılı biçimde insanlara karşı da kullanılması gerekir. Bu patolojik süreci devam ettiren bu inkâr, aşırı şiddete sebep olur.
Adorno’nun asıl ilgilendiği, doğanın korunması değildir. Onun derdi, insanlar arasında süren, toplumsal barbarlığa ilişkin bir kuram ortaya koymaktır; ama böyle bir kuramın da, insanın doğa üzerindeki tahakkümüne yönelik bir eleştiriye bağlı olduğunu düşünür. Pogromdan, doğa üzerindeki tahakkümün diyalektik bedeli olarak söz etmesi de gösteriyor ki, insanın insana uyguladığı şiddetin neden uygarlığa eşlik eden bir durum olmakla kalmayıp benzersiz bir imha gücüne dönüşecek kadar büyüdüğünü açıklamaya çalışmaktır onun derdi. Edebiyat Notları’nda şöyle der Adorno: “Daha en başından ölüm kamplarına giden yolu işaret eden böcek zehirleri, şimdi kendi kendini hükümsüz kılan doğanın tahakkümünün nihai ürünü haline gelir.”
Fakat Adorno’nun toplumsal barbarlık sorununa bakışı, siyasi pratiği de şaşırtıcı ölçüde ilgilendirir. Elli sene kadar önce, yeni kurulmuş Birleşmiş Milletler bünyesinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edilmesi [1948] vesilesiyle Adorno’nun ortaya koyduğu karanlık tahminin, geçtiğimiz yıllarda yaşanan siyasi tecrübelerin bir özeti olması düşündürmeli bizleri:  

Soykırımı bir kavram mertebesine çıkarmakla, soykırım ihtimali, bir nevi tanınmış olur: yasaklanması, reddedilmesi, tartışılması gereken bir müessese. Öyle bir gün gelebilir ki, Birleşmiş Milletler bünyesinde, yaşanan yeni bir mezalimin soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağına; BM’nin aslında hiçbir durumda kullanmak istemediği müdahale hakkı için gereken şartların oluşup oluşmadığına; veya soykırım terimini, pratik kullanımındaki umulmadık zorluklar göz önüne alınarak, mevzuattan tümden çıkarmak gerekip gerekmediğine ilişkin görüşmeler yapılabilir. Kısa bir sonra gazetelerin orta sayfalarında manşetler peyda olur: Doğu Türkistan’da soykırım kriterleri hemen hemen oluştu.[1]

Doğu Türkistan yerine Kosova, Somali, Ruanda, Sudan vs. kelimelerini koyduğunuzda, yeni bir dünya düzeni (George Bush) veya yeni bir dünya düzensizliği (François Mitterand) meselesinin Kötülük sorunuyla ve onun toplumsal belirleyenleriyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu görülür.[2] Bu açıdan Adorno’nun kültür eleştirisinin bir uygarlık kuramı olarak yorumlanması, düşüncesinde sosyal bilimleri fiilen ilgilendiren, dolayısıyla sadece negativist bir akıl eleştirisi olmakla kalmayan bazı yönleri açığa çıkarabilir.
 
Karsten Fischer’in “In the Beginning Was the Murder: Destruction of Nature and Interhuman Violence in Adorno’s Critique of Culture” başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir, Journal for Cultural and Religious Theory, cilt 6 sayı 2 (Bahar 2005) s. 27-38. http://www.jcrt.org/archives/06.2/fischer.pdf







[1] Theodor W. Adorno, “Minima Moralia: Reflexionen aus dem beschädigten Leben”, Gesammelte Schriften içinde, 4. cilt (Frankfurt, 1980) s. 287. Bu aforizma, Adorno’nun Minima Moralia baskısına koymayıp yayınlamadan bıraktığı bir ek bölümüne ait, Minima Moralia’nın İngilizce baskısından da çıkarılmış. [Minima Moralia’nın Türkçe çevirisinde de bu ek kısımlar bulunmuyor. Adorno’nun Minima Moralia baskısına koymadığı, ancak ölümünden sonra toplu eserlerinin Almanca baskısında yayınlanan bu bölüm, Edmund Jephcott tarafından İngilizceye çevrildi ve “Messages in a Bottle” başlığıyla 1993’te New Left Review’da yayınlandı. Yazarın burada son kısmını alıntıladığı pasaj, “Legalities” başlığı altında yer alıyor ve şöyle başlıyor: “Nazilerin Yahudilere yaptığı tarif edilemezdi: Dilde bunun için bir kelime yok, çünkü toplu katliam bile, yaşananların planlı, sistemli bütünselliği karşısında seri katillerin yaşadığı o eski günlere has bir şey gibi tınlardı. Ama işte kurbanları –ki isimleri hatırlanamayacak kadar çok sayıdaydılar– haklarında hiçbir düşünce izi kalmaması gibi bir lanetten esirgemek için bir terim bulmak icap ediyordu. Bunun için de İngilizcede genocide kavramı ortaya atıldı. Ama tam da kodifiye edilmekle, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne kaydedilmekle, tarif edilemez olan, sırf protesto edilebilmesi adına, ölçülebilir hale geldi.” Aforizmaların tamamının İngilizcesine şuradan ulaşılabilir messages.pdf  – ç.n.]


[2] Karş. Susan Neiman, Evil in Modern Thought. An Alternative History of Philosophy (Princeton: Princeton UP, 2002).

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Katar-Suudi Arabistan krizi yüzünden yüzlerce deve öldü



Suudi Arabistan'ın, Katar'la yaşadığı diplomatik krizin ardından, Katarlı çiftçileri sınır dışı etmesi nedeniyle yüzlerce deve susuzluktan öldü. 

İki ülke arasındaki sınırdan günde yalnızca birkaç yüz devenin geçişine izin verildi.
Suudi Arabistan topraklarında kalan develer de büyük ağıllara sürüldü ve 50 derece sıcaklıkta dışarıda bekletildi.

Independent.co.uk internet sitesinde yer alan habere göre, bazı çiftçiler Ramazan ayında sahibi oldukları develeri tespit etmeye çalıştı. Sahibi bulunmayan veya sahipleri ülkeden sınır dışı edilen develer de yol kenarında ölüme terk edildi.

Körfez'deki kriz nedeniyle 12 bin ila 15 bin arası hayvanın öldüğü bildiriliyor.

www.bbc.com

7 Temmuz 2017 Cuma

Dokunma Rejimi: Kırılganlık, Yaralanabilirlik, Duyarlılık - Cana Erşen



Suç ve Kefaretin Ötesinde’nin yazarı Jean Améry “Yahudi Olmanın Zorunluluğu ve İmkânsızlığı” başlıklı denemesinde kendini gerçekleştirmenin diyalektiğinden söz ederken, “metafizik bir töz olarak değilse de küçük yaşta edinilen deneyimin basit bir birikimi olarak, bir-şey-olmanın kaçınılmaz önceliğine” değinir ve şöyle yazar: “Kimse anılarında bulamadığı bir şeye dönüşemez”. Theodor W. Adorno ise bu anıyı, çocuğun ilk-insan imgesini oluşturmak için başvurduğu kaynağa dek götürerek aynı anda “kültürün hem zaferi hem de yenilgisi” olan unutuş mekanizmasının işleyişini tarif eder. Bu imge, kendisine hayran çocuğun gözleri önünde hanını istila etmiş sıçanları değneğiyle öldüren hancı Âdem’i model almaktadır. Hancı Âdem figürü kültürün kuruluşunu temsil eder; sıçanların öldürülmesi anlatısı ise psikanalitik geleneğe kayıtlıdır. İlk-insan imgesi ikame edilebilirdir; her biri kültürün kuruluşunda pay sahibi olan unutuş momentleri, kendi hikâyesini barbarlığında –barbarlığını da hikâyesinde– yitirmiş Âdem’i uygarlığın rekabet sembolü olarak yeniden içeriklendirip kökene yerleştirir. Bu minvalde mezbahalardan çıkan atıkların döküldüğü bokluderelerden (Ludenbach), etlerinden faydalanabilmek için domuzların ürediği ahırlardan (Schweinstiege) ve çocukların peşinden coşkuyla koştuğu köpek itlaf ekibi arabalarından bahseder Adorno. Eskiden işitilmiş bu (bokludere, domuz-ahırı gibi) sözcüklerin görsel hatırasına tekabül eden manzaralara artık rastlanmaması ya da şehirlerin modernleştirilmesi projesine eşlik eden köpek-kırımlarına tanık olma coşkusunun unutuşa terkedilmesi, Âdem’in değneğiyle vura vura öldürüp hanın dışına sürdüğü sıçanları andırır. [...]

Çizgisel bir zamansallık fikrinden ayrılarak denilebilir ki: bir yandan kültür, kökene koyduğu Âdem imgesine öykünürken bir yandan da her türlü kültürel üretim, bir tarihsel figür olarak bu –hancı– Âdem’den neşet eder. Sıçanlar hana dönmeyi sürdürdükçe, Âdem de onları yok etme çabasını sürdürür, ta ki yok edişin biçimleri hanı istila eden sıçanlar olarak belirene dek; o zaman unutuş başlar. Unutulmuş olanın yeniden adlandırılması olarak uygarlık ise Âdem’in değneğini çeşitlendirerek sıçanlarla mücadelesine yeni tarifler belirler. Uygarlığın bu ifade kabiliyeti, kültür ve barbarlık diyalektiğini de silikleştirir; kültüre eklemlenmek, hancı Âdem için dünyada bulunmanın bir zorunluluğu olan barbarlığı, onun soyu için olumsallaştırır. Böylece, dünyadanlığın birbiri ile iç içe geçen formları olarak barbarlık ve kültürlenme, uygarlık durumunda biri diğerini tanımayan iki ayrı dünyevilik rejimi olarak şekillenir.

http://kitap.ykykultur.com.tr/dergiler/cogito/yaralanabilirlik

2 Temmuz 2017 Pazar

Zoopolis : Hayvan Haklarının Siyasal Kuramı



Hayvan hakları savunuculuğunun uzun bir geçmişi var. Modern dönemdeki ilk hayvan hakları cemiyetinin kuruluşundan bu yana akademik bağlamda, kamuoyu tartışmalarında ve siyasal alanda pek çok zafer kazanıldı. Ancak Sue Donaldson ve Will Kymlicka Zoopolis’te, olumlu tablonun bir de karanlık tarafı olduğunu, hareketin büyük oranda başarısızlığa uğradığını ileri sürüyor ve bu başarısızlığın, hayvan meselelerine ilişkin kamuoyu tartışmalarında kullanılan kusurlu terimlerin bir sonucu olduğunu savunuyorlar.
Donaldson ve Kymlicka’ya göre, hayvan haklarını doğru bir çerçeveye oturtmanın koşulu, bu konuda liberal, demokratik, temel adalet ve insan hakları ilkeleriyle doğrudan ilişkilendirilebilecek yeni bir perspektif geliştirmek. Zoopolis’in amacı da, siyasal topluluğun doğasını ve ona ilişkin vatandaşlık, adalet ve insan hakları fikirlerini kuramsallaştırırken, “hayvan sorunu”nu merkezine alan yeni bir çerçeve sunmak.


BİRİNCİ BÖLÜM 9
Giriş
BİRİNCİ KISIM
Genişletilmiş Bir Hayvan Hakları Kuramı
İKİNCİ BÖLÜM 29
Evrensel Temel Hayvan Hakları
Hayvan Benlikleri 34
Kişiler için Adalet ve Doğanın Değeri 43
Doğanın Başkalığı 47
Büyük Çekişme: Özet 50
Hayvanların Temel Haklarının İhlal Edilemezliği ve Evrenselliği 51
Sonuç 61
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 63
Hayvan Haklarını Vatandaşlık Kuramı Aracılığıyla Genişletmek
Evrensel Haklar ve Vatandaşlık Hakları 63
Vatandaşlığın İşlevleri 67
İnsan-Hayvan İlişkilerinin Çeşitliliği 75
İKİNCİ KISIM
Uygulamalar
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 85
Hayvan Hakları Kuramında Evcilleştirilmiş Hayvanlar
Evcilleştirmeyi Tanımlamak 86
İnsancıl Muamele ve Karşılıklılık Mitleri 87
Evcilleştirilmiş Hayvanlara İlişkin Abolisyonist/Tükenmeci Yaklaşım 89
Eşik Yaklaşımları 102
Nussbaum ve Tür Normu İlkesi 108
Sonuç: Mevcut HHK Yaklaşımlarının Kısıtları 112
BEŞİNCİ BÖLÜM 115
Evcilleştirilmiş Hayvan Vatandaşlar
Vatandaşlığı Yeniden Düşünmek 117
Vatandaşlığa İlişkin Yakın Tarihli Engellilik Kuramları 119
Evcilleştirilmiş Hayvanlar Vatandaş Olabilir mi? 122
Evcil Hayvan Vatandaşlığı Kuramına Doğru 137
Sonuç 171
ALTINCI BÖLÜM 173
Yaban Hayvanı Egemenliği
Geleneksel Hayvan Hakları Kuramının Yaban Hayvanlarına Yaklaşımı 175
Yaban Hayvanı Toplulukları İçin Egemenlik Kuramı 185
Pozitif Destek ve Müdahale 198
Sınırlar ve Yer 206
Egemen Topluluklar Arasında Adil İşbirliği Koşulları 216
Sonuç 225
YEDİNCİ BÖLÜM 231
Liminal Hayvan Yerleşimciler
Liminal Hayvanların Çeşitliliği 237
Yerleşimcilik Modeli İhtiyacı 249
Beşeri Siyasi Topluluklarda Yerleşimcilik 252
Hayvan Yerleşimciliğinin Koşullarını Tespit Etmek 263
Sonuç 273
SEKİZİNCİ BÖLÜM 275
Sonuç

https://press.ku.edu.tr/tr/kitap/zoopolis

Yeryüzü egemenlerin ‘enstalasyon’ sahası

Marcel Duchamp’ın 1917’de bir pisuvarı ‘hazır-nesne’ olarak sergilemeye kalkışması, bugün sanatçıların her şeyi hazır-nesne olarak kullanmasıyla sonuçlanmıştır. Bu hazır nesnelere hayvanlar ve insanlar da dâhil. Sanatçı eline geçirdiği her şeyi ‘enstalasyon’una yerleştirebiliyor. Yerinden yurdundan koparılmış varlıklar, canlı olsun olmasın, bir başka düzlemde yeni bir ilişkiler ağı içine yerleştirildiğinde bu politikadır; canlılar söz konusu olduğunda ise biyopolitika; devletlerin egemenliği altındaki topluluklara, bireylere uyguladığı politika. Savaşlarla, nüfus politikalarıyla önce yersizleştirilen ve mülteci konumuna düşürülen insanlar, ardından birer ‘enstalasyon/yerleştirme’ nesnesine çevriliyor. Yeryüzü adeta egemenlerin bir ‘enstalasyon’ sahası. Bir coğrafyaya ait ve o coğrafyanın kuvvetleriyle biçimlenmiş ve birlikte devinen topluluklara, bireylere iktidarlar, politik ve ekonomik çıkarları nedeniyle yerlerinden sökülecek hazır nesneler olarak bakıyor artık. Bir zamanların “sanat toplum için mi yoksa sanat sanat için mi?” tartışması ne kadar naifmiş meğer. Kapitalizmin her şeyi, yerinden edilecek ve başka bir yere yerleştirilecek hazır-nesnelere çevirmesiyle birlikte iktidar avangartlaşmış, sanatçı da iktidar-gibileşmiştir; tartışma şimdi sanat ve iktidar ilişkisi etrafında dönüyor.


1960’ların sonunda ortaya çıkan ve İtalyan Germano Celant’ın isim babalığını yaptığı Arte Povera (Yoksul Sanat), sanatın kabuğunu çatlatarak yaşamın içeri sızmasını amaçlamış ve hayat ile sanatı birleştirmeye çabalamıştı. Ve bu çaba gerçekleşti. Hayat ve sanat kapitalizmin ilkeleri ve çıkarları doğrultusunda birleşmiştir. Celant, “hayvanlar, sebzeler ve mineraller sanat dünyasındaki yerlerini alıyor” diye yazıyordu, “bir bitkinin büyümesi, bir mineralin kimyasal tepkimesi, bir nehrin akışı, kar yağışı, otların ve toprağın hali, bir ağırlığın yere düşüşü…” Bugün Celant’ın duyduğu heyecanı duyamıyoruz. Bu tanım adeta, kapitalizmin çerçevelediği ve tüm süreçleri, akışları para akışına dönüştürdüğü bir dünyayı tanımlıyor, distopik bir dünyayı. Ve bir başka Arte Povera sanatçısı Mario Merz’in “bir resim yüzeyi olarak tuval terk edilmiş, onun yerine bazen en basit, bazen de en karmaşık yüzeyler kullanılır olmuştur: yerler, tarlalar, duvarlar, taş, çimento gibi. Arte Povera bazen çatı kirişlerine, bazen de ağaçlara tutunur” deyişi, yeryüzünün tüm yüzeyini ve çatılarını avangard bir tavırla harabeye çeviren kapitalizmin, tutunmayı bırakın, yakasına yapışarak her şeyi metalaşma sürecine sürüklediği bir durumun içler acısı, yürek burkan bir anlatısı haline geliyor.
Arte Povera sanatçısı Jannis Kounellis’in 1969’da Roma’daki bir galeriye on iki at yerleştirmesi, beyaz kübün kabuğunu çatlatmış ve içerideki steril ortamı kişnemeler ve gübrelerle kirletmiştir ama hayvanların hazır-nesnelere dönüşmesinin de önü açılmıştır. Aynı sergi 2015’de New York’ta yinelendiğinde, hayvanların artık bir pisuvardan farkı kalmamıştır.



Ve bugün, sergilerinde ölü hayvanları hazır-nesne olarak kullanan Damien Hirst’e hayvan hakları savunucuları soruyor: “Damien Hirst’ün sanatı yaşasın diye daha kaç hayvan öldürülecek?” Ya da şöyle de sorabiliriz: “Kapitalizm yaşasın diye daha kaç milyon insana kıyılacak?” Bu yıl Venedik’te Hirst’in sergisini protesto edenler, sergi mekânının önüne kilolarca hayvan dışkısı bırakmış. Yine bu yıl Mali’li sanatçı Aboubakar Fofana, Documenta 14 için hazırladığı projede çivitle boyadığı 54 canlı koyunu kullanınca eylemciler de atölyesinin camlarını kırıp içeriye mavi boya fırlatmışlar. Tüm hayatı ele geçirmeyi, sanatı da hayatla birleştirmeyi tasarlayan biyo-iktidar ile sanatçının ilişkisini sorgulamamız gerekiyor. İktidar yıkıcılığıyla avangartlaşırken, avangart sanat da iktidarın yanı başında, bu yıkımdan beslenebiliyor.




Yerinden yurdundan edilmiş, yıkımlara, kıyımlara uğramış insanların bile hazır-nesneler olarak çağdaş sanata yerleştirilmesi, sanatın düştüğü ölümcül durumu göstermiyor mu? Çinli sanatçı Ai Weiwei’in Aylan Kurdi’nin sahile vurmuş küçük bedenini taklit etmesi, mülteci ölümlerinin teatral bir jeste, hazır-imgeye dönüştürülmesinin örneği. Yoksa sanat kendi ölümünü mü sergiliyor?

RAHMİ ÖĞDÜL www.birgun.net