Jorge Luis Borges |
Tarih boyunca kedi
sembolizminin kuruluşuna baktığımızda, Doğu ile Batı’nın kediye bakışlarında
ciddi bir karşıtlık olduğunu görüyoruz. Bu iki karşıt bakışı baştan beri
birleştiren unsur, bu sembolizmdeki anlamı üretenlerin çoğunlukla yazarlar,
veya en azından hikâye anlatıcıları olmasıdır. Köpekler, koruma güdüleri ve
avlanmada insana yardımcı olmalarından ötürü 12 bin yıl öncesinden itibaren
insanlar nezdinde hayli istikrarlı bir anlama sahip olmuşlardır. Pratikte (fare
avlamaları haricinde) pek faydaları olmayan ve köpek gibi eğitilmeleri de
mümkün olmayan kedilerin insanla ilişkisi çok daha sonraları, Mısır’da ikinci
hanedanlık döneminde başlar; Mısır’ın Sümerlerden kalan bazı yazı sistemlerini
devralıp tarihin ilk karmaşık yazılı dilini oluşturduğu dönemdir bu.
Patricia Highsmith |
Bu noktadan itibaren kedi Mısır’da çok önemli bir dinî
figür haline gelir – önce kedi-tanrıça Mafdet’in suretinde, ardından adaletin,
bilgeliğin, doğurganlığın ve zarafetin sembolü olarak. Burada ilginç olan,
kadim Mısır’da evcil bir hayvandan ziyade tanrı olarak saygı duyulan kedilerin
neredeyse sadece din adamlarının –yani esasen ilk yazarların– bakımında
olmalarıdır. MS 390’da kediye tapınmak yasaklanır, ama kısmetin sembolü olarak
kedi figürü, Japonya’da çeşitli efsanelerde ve bazı Murakami öykülerinde
rastlanan Maneki Neko, yani “talih kedisi” başta olmak üzere, Doğu inanç
sistemlerinde çoğalmaya başlar.
Gelgelelim, antik
Yunan’da kediler çok daha karanlık bir mitolojinin parçasıdırlar: Ezop onların
aldatıcı ve kuşku uyandırıcı niteliklerini ilk kaydedenlerdir. Asırlar sonra,
14. yüzyılda Kara Ölüm’ün sorumlusu ilan edilmeleri de kediler için hayırlı
olmaz (tabii bugünden bakıldığında, kedilerin topluca yakılmaları, Avrupa’nın
fare nüfusundaki muazzam artışla sonuçlandığı için hiç de akıllıca bir karar
olmamıştır). 17. yüzyıla gelindiğinde kediler artık Şeytan’ın ve cadıların sağ
kolu olarak görülmektedirler. O tarihten itibaren Avrupa folklorunda kedi
neredeyse sadece bebek katili ve cadı dostu olarak, en iyi ihtimalle Poe’nun
“Kara Kedi”sindekine benzer biçimde, korku ve endişe kaynağı olarak boy
gösterir.
Jacques Derrida |
Philip K. Dick |
Doğu’nun ve Batı’nın
kediye bakışlarına damgasını vuran bu taban tabana zıt anlamları nasıl
açıklamalıyız? Bu durum, kedinin Hıristiyan değer sistemiyle bağdaşmayan
bağımsız bir ruha sahip olmasıyla ilgili olabilir. Kedi toplumsal açıdan
ayrıksıdır. Evcilleştirilebilse bile, asla insana hizmet etmek üzere
eğitilemez. Kültürünüzün kozmolojisi, hayvanın insana, insanın da Tanrı’ya
hizmet ettiği büyük bir Varlık Zinciri hiyerarşisine dayanıyorsa, insanları
takmayan bu yegâne bağımsız ruhlu mahlukat sınıfına kuşkuyla bakabilirsiniz.
Daha az geçilmiş yoldan yürümeyi tercih etmelerinde, masumiyeti bozan bir
kötücüllüğün izlerini görebilirsiniz. Kedinin dokuz canı, Hıristiyan’ın bir
hamlede cennete giden tek sıkımlık canıyla alay eder.
Kesin bir tarih veya yer belirlemek zor, ama göründüğü
kadarıyla bu çifte anlamlar, 19. yüzyıl ortalarında romantik hareket sırasında
edebiyatın dikkatini çekmiştir. Edebiyatın tekinsizliğe ve özgürlüğe karşı
ilgisinin –hatta düşkünlüğünün– arttığı, hikâyelerde gerçek ile bilinmezin iç
içe geçirildiği dönemde, modern yazarlar kedilerle özdeşleşmeye
başlarlar. Bu özdeşleşme bir yandan bir ikiliğin, Hıristiyanlığın çözülüşüyle
şekillenmiş bir anlayışın gelişiminin ifadesidir. Öte yandan, kedileri andıran
özelliklere saygı duyulmaya, hatta gıpta edilmeye başlanır – sezgilerini
gizemli, çoğunlukla da iyicil olmayan bir tanrıdan alan, benzersiz deha olarak
sanatçı fikri, romantizme özgü yeni bir fikirdir. Baudelaire “Kediler”de şöyle
yazar: “cehennem onlara ölüleri taşıyacak atlar niyetine koşum takabilir, ama
bereketli kasıklarında ışıltılı bir büyü gizlidir.”
19. yüzyılda, iç içe
geçmiş anlamlarla edebiyatta bol bol boy gösteren kedi, daha sonraki edebiyatın
şekillenmesinde ve yazarlar hakkındaki klişeler üzerinde de çok etkili olur. Bu
noktada Derridavari bir analoji kurmaya çalışmak yerine, sözü, çağdaş yazarın
kedilere ilgisini çok güzel özetleyen Joyce Carol Oates’a bırakıyorum:
“Yazarda, her sanatçıda olduğu gibi, bilinemez ve kestirilemez bir öz vardır ki
biz bunu genelde 'hayal gücü' ya da 'bilinçdışı' diye adlandırırız – sanki
adlandırmak, denetlemeyi bırakın, bilmekle eşdeğermiş gibi; işte Felis catus’un
[ev kedisi] ulaşılabilirliğinde, Felis sylvestris’in [dağ kedisi] gizli,
şeytanî, tamamen ulaşılmaz varlığını duyumsarız. Çünkü benzerler benzerlerini
çağırır – türler arasındaki uçurumun ötesinden bile.”
JOHN FARLEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder