27 Eylül 2012 Perşembe

Yazarlar ve Kediler (II)


Jorge Luis Borges
İlham perisi olarak kedi fikri, kediler hakkında yazmanın tarihi üzerine düşünmek için iyi bir başlangıç noktası olabilir. Yazar kedide bir tür yaratıcılık ideali görüyorsa, bu idealleştirme uygarlığın gelgitleri içinde nasıl şekillenmiştir?
Tarih boyunca kedi sembolizminin kuruluşuna baktığımızda, Doğu ile Batı’nın kediye bakışlarında ciddi bir karşıtlık olduğunu görüyoruz. Bu iki karşıt bakışı baştan beri birleştiren unsur, bu sembolizmdeki anlamı üretenlerin çoğunlukla yazarlar, veya en azından hikâye anlatıcıları olmasıdır. Köpekler, koruma güdüleri ve avlanmada insana yardımcı olmalarından ötürü 12 bin yıl öncesinden itibaren insanlar nezdinde hayli istikrarlı bir anlama sahip olmuşlardır. Pratikte (fare avlamaları haricinde) pek faydaları olmayan ve köpek gibi eğitilmeleri de mümkün olmayan kedilerin insanla ilişkisi çok daha sonraları, Mısır’da ikinci hanedanlık döneminde başlar; Mısır’ın Sümerlerden kalan bazı yazı sistemlerini devralıp tarihin ilk karmaşık yazılı dilini oluşturduğu dönemdir bu.


Patricia Highsmith

Bu noktadan itibaren kedi Mısır’da çok önemli bir dinî figür haline gelir – önce kedi-tanrıça Mafdet’in suretinde, ardından adaletin, bilgeliğin, doğurganlığın ve zarafetin sembolü olarak. Burada ilginç olan, kadim Mısır’da evcil bir hayvandan ziyade tanrı olarak saygı duyulan kedilerin neredeyse sadece din adamlarının –yani esasen ilk yazarların– bakımında olmalarıdır. MS 390’da kediye tapınmak yasaklanır, ama kısmetin sembolü olarak kedi figürü, Japonya’da çeşitli efsanelerde ve bazı Murakami öykülerinde rastlanan Maneki Neko, yani “talih kedisi” başta olmak üzere, Doğu inanç sistemlerinde çoğalmaya başlar.
Gelgelelim, antik Yunan’da kediler çok daha karanlık bir mitolojinin parçasıdırlar: Ezop onların aldatıcı ve kuşku uyandırıcı niteliklerini ilk kaydedenlerdir. Asırlar sonra, 14. yüzyılda Kara Ölüm’ün sorumlusu ilan edilmeleri de kediler için hayırlı olmaz (tabii bugünden bakıldığında, kedilerin topluca yakılmaları, Avrupa’nın fare nüfusundaki muazzam artışla sonuçlandığı için hiç de akıllıca bir karar olmamıştır). 17. yüzyıla gelindiğinde kediler artık Şeytan’ın ve cadıların sağ kolu olarak görülmektedirler. O tarihten itibaren Avrupa folklorunda kedi neredeyse sadece bebek katili ve cadı dostu olarak, en iyi ihtimalle Poe’nun “Kara Kedi”sindekine benzer biçimde, korku ve endişe kaynağı olarak boy gösterir.

Jacques Derrida


Philip K. Dick

Doğu’nun ve Batı’nın kediye bakışlarına damgasını vuran bu taban tabana zıt anlamları nasıl açıklamalıyız? Bu durum, kedinin Hıristiyan değer sistemiyle bağdaşmayan bağımsız bir ruha sahip olmasıyla ilgili olabilir. Kedi toplumsal açıdan ayrıksıdır. Evcilleştirilebilse bile, asla insana hizmet etmek üzere eğitilemez. Kültürünüzün kozmolojisi, hayvanın insana, insanın da Tanrı’ya hizmet ettiği büyük bir Varlık Zinciri hiyerarşisine dayanıyorsa, insanları takmayan bu yegâne bağımsız ruhlu mahlukat sınıfına kuşkuyla bakabilirsiniz. Daha az geçilmiş yoldan yürümeyi tercih etmelerinde, masumiyeti bozan bir kötücüllüğün izlerini görebilirsiniz. Kedinin dokuz canı, Hıristiyan’ın bir hamlede cennete giden tek sıkımlık canıyla alay eder.
Kesin bir tarih veya yer belirlemek zor, ama göründüğü kadarıyla bu çifte anlamlar, 19. yüzyıl ortalarında romantik hareket sırasında edebiyatın dikkatini çekmiştir. Edebiyatın tekinsizliğe ve özgürlüğe karşı ilgisinin –hatta düşkünlüğünün– arttığı, hikâyelerde gerçek ile bilinmezin iç içe geçirildiği dönemde,  modern yazarlar kedilerle özdeşleşmeye başlarlar. Bu özdeşleşme bir yandan bir ikiliğin, Hıristiyanlığın çözülüşüyle şekillenmiş bir anlayışın gelişiminin ifadesidir. Öte yandan, kedileri andıran özelliklere saygı duyulmaya, hatta gıpta edilmeye başlanır – sezgilerini gizemli, çoğunlukla da iyicil olmayan bir tanrıdan alan, benzersiz deha olarak sanatçı fikri, romantizme özgü yeni bir fikirdir. Baudelaire “Kediler”de şöyle yazar: “cehennem onlara ölüleri taşıyacak atlar niyetine koşum takabilir, ama bereketli kasıklarında ışıltılı bir büyü gizlidir.”  
19. yüzyılda, iç içe geçmiş anlamlarla edebiyatta bol bol boy gösteren kedi, daha sonraki edebiyatın şekillenmesinde ve yazarlar hakkındaki klişeler üzerinde de çok etkili olur. Bu noktada Derridavari bir analoji kurmaya çalışmak yerine, sözü, çağdaş yazarın kedilere ilgisini çok güzel özetleyen Joyce Carol Oates’a bırakıyorum: “Yazarda, her sanatçıda olduğu gibi, bilinemez ve kestirilemez bir öz vardır ki biz bunu genelde 'hayal gücü' ya da 'bilinçdışı' diye adlandırırız – sanki adlandırmak, denetlemeyi bırakın, bilmekle eşdeğermiş gibi; işte Felis catus’un [ev kedisi] ulaşılabilirliğinde, Felis sylvestris’in [dağ kedisi] gizli, şeytanî, tamamen ulaşılmaz varlığını duyumsarız. Çünkü benzerler benzerlerini çağırır – türler arasındaki uçurumun ötesinden bile.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder