Fransa’da, Haute Savoie’nin bazı yerlerindeki köylüler,
uzun kış ayları boyunca mutfaklarına ve belki de dua odalarına asmak için tahtadan
beyaz kuşlar yaparlar. Epi topu elli gram çeken bu hafif tahta kuşlar,
genellikle, hava akımıyla hareket etsinler diye bir ocak rafının veya kirişin
üzerine asılır. Bunlar, geleneksel bir kalıba göre işlenmiş, basit, ev yapımı
nesnelerdir. Gelgelelim, tam da bu basitliğin verdiği, onlara bakan herkese hoş
ve gizemli görünmelerini sağlayan niteliklere sahiptirler.
Kent hayatı daima doğayla ilgili aşırı duygusal bir
görünüm yaratmaya meyletmiştir. Doğa bir bahçe gibi düşünülür, veya pencereden
görünen bir manzara, ya da bir özgürlük arenası. Oysa köylüler, denizciler,
göçebeler doğayı iyi tanırlar. Doğa, enerji ve kavgadır. Hiçbir vaat olmadan
var olandır. Eğer insan doğayı bir arena, bir sahne olarak düşünecekse, bu,
iyilik kadar kötülüğe de meydan veren bir sahne olmalıdır. Doğanın enerjisi
ürkütücü derecede kayıtsızdır. Yaşamanın ilk şartı, sığınmadır. Doğadan
sığınma. İlk dua, korunmak için edilendir. İlk hayat belirtisi, acıdır.
İşte güzellikle, bu kasvetli doğa bağlamı içinde
karşılaşılır ki bu karşılaşma doğası gereği ani ve beklenmediktir. Fırtına
yatışıp diner, deniz boz bulanık bir renkten zümrüt rengine döner. Bir
heyelanın sürüklediği taşın altında bir çiçek biter. Gecekonduların üzerinde ay
yükselir. Nasıl karşılaşırsak karşılaşalım güzellik daima bir istisnadır, hep birşeylere rağmen var olan’dır. Bizi
etkilemesi de bundandır.
Elbette belirli bir topluluğun doğada neyi güzel bulduğunu,
hayatta kalma araçları, ekonomisi, coğrafyası belirler. Eskimolar’a güzel
gelen, muhtemelen Ashantiler’in güzel bulduklarıyla aynı olmayacaktır. Modern
sınıflı toplumlarda ise karmaşık ideolojik belirleyenler söz konusudur: Mesela,
18. yüzyılda İngiliz hâkim sınıfının deniz manzarasından hazzetmediğini
biliyoruz. Fakat yine de tüm kültürlerin “güzel” bulduğu bazı değişmezler var
gibi görünmektedir: belli çiçekler, ağaçlar, taş formları, kuşlar, hayvanlar,
ay, akan su…
Bizler, kötülüğün alıp başını gittiği, kahır dolu bir
dünyada yaşıyoruz – olayları Varlığımızı doğrulamayan, karşısında direnilmesi
gereken bir dünya bu. Estetik an, işte bu koşullar altında bize vaatte bulunur.
Bir kristali ya da bir gelinciği güzel buluşumuz, o kadar da yalnız olmadığımız,
varoluşla tek bir ömrün bize düşündürdüğünden çok daha fazla bir olduğumuz
anlamına gelir.
Başta söz ettiğim beyaz kuş gibi insan imali bir nesne karşısında
yaşadığımız estetik duygu, doğa karşısında yaşadığımız duygunun bir türevidir.
Beyaz kuş, gerçek bir kuştan alınan bir mesajı tercüme etme çabasıdır. Sanatın
bütün dilleri, anlık olanı kalıcı olana dönüştürme çabasının sonucunda
geliştirilmiştir. Sanat, güzelliğin bir istisna olmadığını, birşeylere rağmen var olmadığını, bir
düzenin temeli olduğunu varsayar.
Sanatın doğanın aynası olduğu anlayışı, ancak kuşkuculuk
zamanlarında cazip olabilir. Sanat doğaya öykünmez, yaratılışa öykünür – kâh
başka bir dünya önermek için, kâh doğanın sunduğu o kısacık vaat ânını
büyütmek, onaylamak, toplumsallaştırmak için. Sanat, doğanın ancak zaman zaman
göz ucuyla bize gösterdiği şey karşısında verilmiş örgütlü bir tepkidir. Sanat,
potansiyel olumlanmayı hiç bitmeyen bir olumlaya çevirmeyi amaçlar. İnsanın
daha güven verici bir cevap alma umudunu ilan eder… sanatın aşkın yüzü, daima
bir tür duadır.
Beyaz tahta kuş, komşuların içkilerini yudumladığı
mutfaktaki ocaktan yükselen ılık havayla salınıyor. Dışarda, eksi yirmi beş
derecede, gerçek kuşlar donarak ölüyorlar!
JOHN BERGER “White Bird”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder