2 Mayıs 2012 Çarşamba

Hayvanlara Bakmak III – Beyaz Kuş

                          
                         

Fransa’da, Haute Savoie’nin bazı yerlerindeki köylüler, uzun kış ayları boyunca mutfaklarına ve belki de dua odalarına asmak için tahtadan beyaz kuşlar yaparlar. Epi topu elli gram çeken bu hafif tahta kuşlar, genellikle, hava akımıyla hareket etsinler diye bir ocak rafının veya kirişin üzerine asılır. Bunlar, geleneksel bir kalıba göre işlenmiş, basit, ev yapımı nesnelerdir. Gelgelelim, tam da bu basitliğin verdiği, onlara bakan herkese hoş ve gizemli görünmelerini sağlayan niteliklere sahiptirler.
Kent hayatı daima doğayla ilgili aşırı duygusal bir görünüm yaratmaya meyletmiştir. Doğa bir bahçe gibi düşünülür, veya pencereden görünen bir manzara, ya da bir özgürlük arenası. Oysa köylüler, denizciler, göçebeler doğayı iyi tanırlar. Doğa, enerji ve kavgadır. Hiçbir vaat olmadan var olandır. Eğer insan doğayı bir arena, bir sahne olarak düşünecekse, bu, iyilik kadar kötülüğe de meydan veren bir sahne olmalıdır. Doğanın enerjisi ürkütücü derecede kayıtsızdır. Yaşamanın ilk şartı, sığınmadır. Doğadan sığınma. İlk dua, korunmak için edilendir. İlk hayat belirtisi, acıdır.
İşte güzellikle, bu kasvetli doğa bağlamı içinde karşılaşılır ki bu karşılaşma doğası gereği ani ve beklenmediktir. Fırtına yatışıp diner, deniz boz bulanık bir renkten zümrüt rengine döner. Bir heyelanın sürüklediği taşın altında bir çiçek biter. Gecekonduların üzerinde ay yükselir. Nasıl karşılaşırsak karşılaşalım güzellik daima bir istisnadır, hep birşeylere rağmen var olan’dır. Bizi etkilemesi de bundandır.  
Elbette belirli bir topluluğun doğada neyi güzel bulduğunu, hayatta kalma araçları, ekonomisi, coğrafyası belirler. Eskimolar’a güzel gelen, muhtemelen Ashantiler’in güzel bulduklarıyla aynı olmayacaktır. Modern sınıflı toplumlarda ise karmaşık ideolojik belirleyenler söz konusudur: Mesela, 18. yüzyılda İngiliz hâkim sınıfının deniz manzarasından hazzetmediğini biliyoruz. Fakat yine de tüm kültürlerin “güzel” bulduğu bazı değişmezler var gibi görünmektedir: belli çiçekler, ağaçlar, taş formları, kuşlar, hayvanlar, ay, akan su…
Bizler, kötülüğün alıp başını gittiği, kahır dolu bir dünyada yaşıyoruz – olayları Varlığımızı doğrulamayan, karşısında direnilmesi gereken bir dünya bu. Estetik an, işte bu koşullar altında bize vaatte bulunur. Bir kristali ya da bir gelinciği güzel buluşumuz, o kadar da yalnız olmadığımız, varoluşla tek bir ömrün bize düşündürdüğünden çok daha fazla bir olduğumuz anlamına gelir.
Başta söz ettiğim beyaz kuş gibi insan imali bir nesne karşısında yaşadığımız estetik duygu, doğa karşısında yaşadığımız duygunun bir türevidir. Beyaz kuş, gerçek bir kuştan alınan bir mesajı tercüme etme çabasıdır. Sanatın bütün dilleri, anlık olanı kalıcı olana dönüştürme çabasının sonucunda geliştirilmiştir. Sanat, güzelliğin bir istisna olmadığını, birşeylere rağmen var olmadığını, bir düzenin temeli olduğunu varsayar.
Sanatın doğanın aynası olduğu anlayışı, ancak kuşkuculuk zamanlarında cazip olabilir. Sanat doğaya öykünmez, yaratılışa öykünür – kâh başka bir dünya önermek için, kâh doğanın sunduğu o kısacık vaat ânını büyütmek, onaylamak, toplumsallaştırmak için. Sanat, doğanın ancak zaman zaman göz ucuyla bize gösterdiği şey karşısında verilmiş örgütlü bir tepkidir. Sanat, potansiyel olumlanmayı hiç bitmeyen bir olumlaya çevirmeyi amaçlar. İnsanın daha güven verici bir cevap alma umudunu ilan eder… sanatın aşkın yüzü, daima bir tür duadır.
Beyaz tahta kuş, komşuların içkilerini yudumladığı mutfaktaki ocaktan yükselen ılık havayla salınıyor. Dışarda, eksi yirmi beş derecede, gerçek kuşlar donarak ölüyorlar!

JOHN BERGER “White Bird”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder