Halka açık hayvanat bahçelerinin kurulması, hayvanların gündelik hayattan kayboldukları bir dönemin başlangıcına rastlar. İnsanların hayvanlarla karşılaşmak, onları gözlemlemek için gittikleri hayvanat bahçeleri, aslında bu tür karşılaşmaların olanaksızlığını kanıtlayan abidelerdir. Modern hayvanat bahçeleri, tarihi insanlık kadar eski olan bir ilişkinin mezarına yazılmış kitabelerdir.
Hayvanat bahçeleri ilk kurulduğunda –Londra’da 1828, Paris’te 1793, Berlin’de 1844– ülkelerin başkentlerine hatırı sayılır bir saygınlık kazandırmıştı. Bu saygınlık, özel kraliyet hayvan koleksiyonlarına atfedilen prestijden farklı değildi. Bu koleksiyonlar, imparatorun ya da kralın gücünün ve zenginliğinin göstergeleriydi. Aynı şekilde, 19. yüzyıldaki kamusal hayvanat bahçeleri de modern sömürgeci gücün kanıtlarıydı. Hayvanların yakalanıp tutsak edilmesi, bütün uzak ve egzotik toprakların fethini simgeliyordu.
Fakat, 19. yüzyıldaki diğer tüm kamu kurumları gibi, hayvanat bahçesi de, her ne kadar emperyalizm ideolojisine dayanak oluştursa da, yurttaşlıkla bağlantılı bağımsız bir işlevi yerine getirme iddiası taşımalıydı. Bu, hayvanat bahçesinin farklı türde bir müze olduğu, halkı bilgilendirme ve aydınlatma amacı taşıdığı iddiasıydı. Bu nedenle hayvanat bahçeleri hakkında sorulan ilk sorular tabiat bilimiyle ilgiliydi; sonra, böylesi gayri tabii bir ortamda bile hayvanların doğal yaşamlarının incelenebileceği düşünüldü.
JOHN BERGER (“Why Look at Animals”)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder