18 Ocak 2009 Pazar

öfke



Michael Tobias’ın kurgusal çalışması “Öfke”; açıktan ya da gizli, derinden ya da yüzeysel birçok farklı açıdan sözünü/ derdini okuruna sarsıcı biçimde ifade etmekte zorlanmayan bir roman. Adalet kavramına yönelik insan bilincinin gerisine itilmiş, ikincil planda algılanan – ancak bu ikincilliği bile belli bir ayrımcılık içeren- aslen son derece yakıcı bir sorunu gündemleştiriyor Tobias: insanlığın yeryüzündeki diğer canlılar üzerindeki tahakkümünü ve zorbalığını. Bu zorbalık, insanlığın tarihi kadar eski ve uygarlığın gelişimiyle ters orantılı şekilde katlanarak çoğalan, katmerlenen bir çizgisel eğri barındırıyor. İnsan yaşamı ve teknoloji geliştikçe insanların hayvanlara ve doğaya yaptıkları eziyet de büyüyor, incelikli araçlarla kamunun gözünden uzaklaştırılarak sürdürülüyor.

Tobias’ın roman kahramanı Felham gibi bu gerçeklere duyarsız kalamayan insanlar ise vicdan, ahlak ve adalet adına önlerine yapmakla yükümlü olduklarını düşündükleri eylemli müdahale çizgisini koyuyorlar. Yaptığı, ettiği eylemlerin uygunluğu ya da uygunsuzluğu bir tarafa aslolanın varolan gerçeklik diye dayatılan gündelik hayatın kalın perdesinde gizlenen zulme karşı sessiz kalmamak olduğunu avaz avaz bağıran bir anlayışı dışavuruyor “Öfke”. Bu inisiyatifin temel motivasyonu ise kadim insan uygarlığının hayvanları maruz bıraktığı sistematik eziyet ve sömürü.
İnsanlar olarak yüzyıllardır kendi türümüzün değerleri ve önemini baz alarak görmezden geldiğimiz hayvanların hayatın içinde onları soktuğumuz zorunlu kurban konumunun dışında varolma haklarını düşündüren bir propaganda metni olarak da görebiliriz “Öfke”yi. Ancak bu tip bir propaganda vurgusu romanın değerini küçültmek bir tarafa tam tersine etkisini ve gücünü artırıyor. Bu düzeyde görmezden gelmeye alıştırıldığımız zulüm mekanizmaları üzerine bir romanın anlatımında yaşamsal gerçeklerin ayrıntılı açıklamaları maalesef zorunlu oluyor içinde bulunduğumuz duyarsızlık eşiğinde. Besin alışkanlıklarımızdan sözüm ona insan sağlığı için gerekli ‘bilimsel deneyler’in işleyişine kadar fotoğrafın tümünü olanca açıklığıyla görmeden romandaki eylemci karakterlerin tinselliklerine nüfuz etmek sıradan okuyucu için fazlasıyla güç olacaktı. Onun için en başta soframızdaki etin nereden, hangi yollarla geldiğini, ilaç ve parfüm gibi ürünlerin nasıl yollarla üretildiğini açıkça kafamızda canlandırmamız şart.
İnsanmerkezci bakış açısıyla belirlenen duyarlılık kriterlerimizi sorgulamak için bazı örneklere yönelik düşünsel yoğunlaşma elzem olabiliyor. Salt Holocaust’un insanlık tarihindeki korkutucu ününü hayvanların ‘uygar’ dünyada insan eliyle karşılaştıkları zulümle karşılaştırmak bile bunun için yeterli sayılır; istisnasız her et tüketen insanın savaş ya da barış dönemi isimlendirmeleri fark etmeden en alçakça soykırıma uğratılan canlıların kanından yükselen bir yaşamı sürdürdüğünü bilmenin de bir sorumluluk yüklediğini anlamamız gerekiyor maalesef.
Zaten asıl sorun bu sorumluluk duygusuyla ne yaptığımızda düğümleniyor. Evet, tüm bu mekanizmaya gözünü kapatarak bilindik tüketim kalıplarına bağlı kalmak yanlış ve ahlaksız bir tutum; ancak türcülüğe ve sistematik zulüm çarklarına karşı çıkarken tuttuğunuz halkalar da aynı derecede önem arzediyor. Salt tüketici mantığını gündeme alarak geliştirilen vejetaryen kimliğinin sistemin ana arterlerine karşı ne kadar radikal bir kurtuluş perspektifi taşıdığı tamamen soru işareti. Endüstrinin arkasındaki kar mantığına ve bunun aşağıya doğru oluşturduğu zincire dokunmayan bir sivil toplumcu vejetaryenlik anlayışı son tahlilde sistemin özüne dokunmayan bir tipoloji inşa ediyor. Uygarlığın ve kapitalizmin özüne yönelik olmayan bir ‘temiz’ duruş, kişinin kendi vicdanında rahat etmesini sağlamaya muktedir ama sistemin kendi doğrultusunda döngüsel ilerlemesini sürdürmesine yönelik engelleme yeteneği ise bir o kadar kısır…
Kitabın temel açmazı da zaten bu noktada düğümleniyor; hayvanları tüketen, zulmeden herkes aynı derecede suçludur mantığında. Et endüstrisini var eden ve bunun üzerinden milyonlarca dolarlık kazanç elde edenler de üç kuruş geliriyle marketten et alıp yiyenler de aynı derecede suçlu bu bakış açısına göre, ikisi arasında bir piramidal ‘suç’ hiyerarşisi görünmüyor; görünmediği için de bu suçlara karşı yönelen adalet anlayışı da güdük kalıyor. Bilinçli tüketici kisvesi altında tüketim endüstrisinin öğelerine dönüşmüş liberal vejetaryen kimliğinin kırılma/aşılma noktası salt eylemde radikalleşme üzerinden üretilemez. Bakış açısındaki, tahayyül gücündeki derinleşme ve bu kavrayışlar üzerinden tasnif edilen kolektif kurtuluş projeleri yalnızca ufuk açıcı olabilir ve bu yaklaşımı ayaklarını yere basarak cisimleştirme konusu maalesef ‘hayvan kurtuluş’ hareketinin öznelerinin zayıf karnını oluşturuyor. Yani meselenin asıl can alıcı boyutu sağlıklı yaşam için ‘bilinçli tüketici’ olma üzerine değil var olan –adına ne derseniz deyin, ister uygarlık ister kapitalizm vs.- sistemin sacayaklarını kıracak bir anlayışa sahip olmakta düğümleniyor.
“ Öfke”, burada satırbaşlıklarıyla andığım tüm bu sorunları düşündürtme yeteneğiyle soruna yönelik çözüm yöntem ve araçları konusunda farklı bakanların bile önemsemesi gereken bir kitap. Bütün bu somut içeriğinden bağımsız olarak “Öfke”, en yakıcısından tek başına da olsa bir insanın irade ve eyleminin dünyada -her şeyi olmasa da- bazı şeyleri değiştirebilecek kudrete/güce sahip olduğunun manifestosu olarak da tanımlanabilir ve bu tanımlama da insanın bilinçli aktivitesinin değerinin beyinlerde bu kadar önemsizleştirildiği çağımızda “Öfke”nin duru ve erdemli bir çalışma olduğunu göstermeye yeterlidir.
Gökhan Gençay, Birgün

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder