29 Nisan 2011 Cuma

tabaklardaki holokost

Zulme uğrayanlar, kitleselleştikçe nesneleşirler. Bir sınaî çiftlik veya mezbaha görüntüsü (veya tasvirleri), tıpkı kitleler halinde gaz odalarına giden holokost kurbanları gibi, veya savaşlarda ölen isimsiz kurbanlar gibi, kitlesel bir kıyımın anonim kurbanlarını gösterir; laboratuvarlarda çekilmiş gizli kamera görüntüleri, her biri bakan açısından diğerinden farksız olan yüzlerce “hayvan”ın maruz kaldığı akıl almaz işlemleri gösterir. “Hayvan” kategorisi altında ve mezbaha ya da laboratuvar ortamında, tavuklar, inekler, domuzlar, fareler, tavşanlar gibi birbirinden çok farklı hayvan türleri kitleselleşirler. Hiçbir şey, doğallaştırılmış tanımının sınırları dışına çıkmaz: Mezbaha hayvanların öldürüldüğü yerdir, inekler veya tavuklar insanlar yesin diye öldürülen hayvanlardır, mezbaha çalışanı hayvanları öldüren kişidir, doktorlar hayvanlar üzerinde deney yaparlar

27 Nisan 2011 Çarşamba

dil vs. söylem


İnsan formunu diğer canlılardan ayıran genel özellik —insanı konuşma yetisine sahip bir hayvan olarak gören Batı metafizik geleneğinin savunduğunun tersine— dil değildir; dil ile konuşma arasındaki, semiyotik olan ile semantik olan arasındaki, gösterge sistemi ile söylem arasındaki ayrımdır. Aslında hayvanlar dilden yoksun değildirler, bilakis, daima ve mutlak surette dildirler. Bir ağustos böceğinin sesini duyan Mallarmé’nin, insan sesine karşılık “tek ve bölünmez” diye tanımladığı “bilmeyen yeryüzünün kutsal sesi”, hayvanlarda hiçbir kesintiye ya da bölünmeye uğramaz. Hayvanlar dile girmezler, zaten dilin içindedirler. Oysa insan, önce çocukluk aşamasından geçerek, dil öncesi bir evreden geçerek, bu tek dili böler ve konuşmak için önce kendini dilin öznesi olarak kurmak –ben demek– zorundadır. O halde, dil hakikaten insanın doğasını tanımlıyorsa, o zaman insanın doğası daha kaynağında bölünmüş demektir, çünkü çocukluk ona süreksizliği ve dil ile söylem arasındaki farkı getirmiştir.

GIORGIO AGAMBEN (Infancy and History: The Destruction of Experience)

içkinlik vs. aşkınlık

Hayvanlık, dolaysızlık veya içkinliktir. Bu durum, bir hayvanın diğerini yemesiyle belli olur. Bir hayvan diğerini yediğinde, bu, yeme eylemini gerçekleştiren hayvanın benzerliği veya aynılığı koşuluna dayanır – içkinlikle kastedilen budur. Yiyen hayvanın yenen hayvan karşısında hiçbir aşkınlığı yoktur. İki hayvan arasında fark vardır, ama yiyen hayvan kendini yenen hayvandan bu mesafeyle ayırt etmez. Başka bir hayvan tarafından yenen hayvan, bir nesne olarak verili değildir. Bir nesneyi, bir şeyi, nesne sayılmayı reddeden bir insana bağlayan ilişkiye benzer bir tahakküm ilişkisi söz konusu değildir.
Hayvan dünyasında efendiliğin izi yoktur; onun, üzerinde hâkimiyet kurduğu hiçbir şey, birini bağımsız ötekini bağımlı kılan hiçbir şey yoktur. Hayvanların tümü eşit kuvvete sahip değildir, ama bu sadece niceliksel bir farktır. Aslan, hayvanlar âleminin kralı filan değildir – bu, insanbiçimci bir hurafeden ibarettir. Aslan, hareket eden sularda, daha küçük dalgaların üzerine devrilen büyük bir dalgadır.
Rakibini yenilgiye uğratan bir hayvan, ötekinin ölümünü bir zafer gibi algılamaz – çünkü rakip, ölümünün yeniden tesis edemeyeceği bir sürekliliği bozmuş değildir. Bu süreklilik sorgulanmamıştır. “Galip” çıktığı savaştan sonra bakışlarına sinen kayıtsızlık, içinde yaşadığı dünyayla, suyun su içinde olması kadar bütünleşmiş bir varoluşun göstergesidir.
Bize, içinden çıktığımız bu hayvan yaşamından daha kapalı bir şey yoktur. Bizim düşünme biçimimize, sessiz kainatın göbeğindeki yeryüzünden daha yabancı bir şey yoktur. Hayvan yaşamı, huzursuz edici bir muamma gibi dikilir karşımızda.

GEORGE BATAILLE (Theory of Religion)

bold native

Trailer

16 Nisan 2011 Cumartesi

gün doğmadan -derrida 3

Hayvanlara karşı baskıcı tutumun aksiyomu, Kant’tan Heiddeger’e, Levinas’a ya da Lacan’a kadar -bu söylemler arasında ne fark olursa olsun- Descartesçı söylemle ilgilidir. Belli bir hukuk felsefesi ve insan hakları bu aksiyoma bağlıdır. O halde, hayvanlara değil de, kimi hayvanlar sınıfına, insan haklarına eş haklar sağlamak, yıkıcı bir çelişki olacaktır. Bu çelişki, beslenme için, deneyler vs. için hayvan malzemesinin sömürülmesinin dayanağını oluşturan felsefe ve adalet aygıtını üretir (bu sömürü zorbalıkla, yani gücün kötüye kullanılmasıyla olur). 

Bilinçli ya da bilinçsiz nedenlerle, bir dönüşüm zorunlu ve kaçınılmazdır. Bazen ağır ağır, bazen hızlı ve çabuk olan, insanlar-hayvanlar arası ilişkilerin değişimi, muhakkak ve sadece bir temel kural, bir haklar bildirgesi ya da bir yasa koyucunun buyruklarına ait bir mahkeme biçimini almayacaktır. Bir yasama mucizesine inanmıyorum. Zaten, az ya da çok görgüye dayanan bir biçim önceden beri vardır, bu da hiç yoktan iyidir. Ama bu biçim, endüstriyel hayvan yetiştirme ya da ticaretinin “teknik-bilimsel” hastalıkbilimlerini ve kesimleri engellemez.

Elbette, bunca canlı türleri arasında birtakım aşılmaz sınırlar, indirgenemez farklılıklar vardır. Kim, körlüğü budalalığa vardırmadan bunu yadsıyabilir? Ama İnsan ile Hayvan arasında bir tek sınır, tek ve bölünmez bir sınır yoktur.            

JACQUES DERRIDA (Gün Doğmadan)

gün doğmadan - derrida 2

Jeremy Bentham’ın dile getirmekten pek hoşlandığım bir sözü var: “Sorun, onların konuşup konuşmadıkları değil, açı çekip çekmedikleridir.” Zira evet, biz bunu biliyoruz ve hiç kimse bundan şüphe etmeye cesaret edemez. Hayvan acı çeker, acısını gösterir. Bir laboratuvar deneyine, hatta bir sirk eğitimine tabi tutulduğunda bir hayvanın acı çekmediğini düşünemeyiz. Bir kamyona yığılmış ve doğrudan ahırdan mezbahaya gönderilen, hormonlarla beslenmiş sığırların geçtiğini görünce, onların acı çekmediklerini nasıl düşünebiliriz? Hayvanların acısının olduğunu biliriz, hissederiz bunu. Ayrıca endüstriyel kesimle hayvanlar eskisinden çok daha fazla acı çekerler. 

Gün Doğmadan - Derrida

 Bazıları Hitler’in etyemezciliğinden vejetaryenlere ve hayvan dostlarına karşı kanıt elde etmeye çalışır. Bu gülünç sav, hemen hemen şöyle der: “Nazilerin, özellikle de Hitler’in hayvansever olduklarını unutuyorsunuz! Demek ki hayvanları sevmek insandan nefret etmek veya onu küçük düşürmek demektir! Hayvanlara karşı acıma duygusu Nazi acımasızlığını ortadan kaldırmaz, bu duygu bu vahşetin ilk belirgisidir hatta!” Kanıt bana kaba bir yalan gibi görünüyor. Kim bu kıyas parodisinin bir ikincisini doğrulayabilir? Ve bizi nereye yönlendirecektir? Kusursuz bir hümanizm provası yapmak için hayvanlara karşı kan dökücülüğü çoğaltmaya mı?

Kantçı özerklik, insan onuru, özyönelim ya da ahlaksal özkararlılık kavramlarında, sadece doğa üzerinde bir baskı ve egemenlik tasarısını değil, gerçek bir düşmanlığı, “hayvanlara karşı yönlendirilen” acımasız bir nefreti deşifre ettiğini ileri süren Adorno’nun bir metnini (baştan sona rahatlıkla benimseyerek) çözümlemiştim bir metnimde. Adorno bu yönde çok ileri gider. İdealist bir sistemde gizilgüç olarak hayvanların oynadığı rolle, faşist bir sistem için Yahudilerin oynadığı rolü karşılaştırmaya cesaret eder. Şimdi iyi bilinen ve zaten çoğu zaman inandırıcı bir şekilde kendini kabul ettiren bu mantığa göre, hayvan ve Yahudi figürlerine kadın ve çocuklar da, hatta engelliler de katılacaktır. 

JACQUES DERRIDA (Gündoğmadan, çev. Kenan Sarıalioğlu, Dharma)

13 Nisan 2011 Çarşamba

EMPTINESS IS FORM

Our bodies are given life from the midst of nothingness. Existing where there is nothing is the meaning of the phrase, "Form is emptiness." That all things are provided for by nothingness is the meaning of the phrase, "Emptiness is form." One should not think that these are two separate things.

-- Hagakure, The Way Of The Samurai

7 Nisan 2011 Perşembe

kurban

Bilimsel bilgi geliştikçe, dünyamız da o ölçüde insanlıktan çıktı. Artık insan kendini doğanın parçası gibi hissetmiyor ve doğal olaylarla arasındaki duygusal “bilinçdışı birliği” kaybetti. Artık taşların, bitkilerin ve hayvanlarn sesi insanla konuşmuyor, insan da, duyabileceklerine inanarak onlarla konuşmuyor.   

(Carl Jung “Approaching the Unconscious”) 

2 Nisan 2011 Cumartesi

ofans vs. defans

Bugün bir sürü insan, içinde yaşadığımız toplumu reddediyor. Bu insanların sayısı her geçen gün artıyor. Kimileri bunun iyi bir şey olduğunu düşünebilir, ama bence bu, giderek büyüyen çevre krizine bir çözüm değil. Uygar toplumdan el etek çeken bu insanlar, medeniyet dediğimiz bu ölesiye yarışa katılanlardan bir gömlek yukarda olabilirler, ama çoğu, hepimizi öldürmekte olan bu makineyi parçalamak için hiçbir şey yapmıyor.

hayvanlara bakmak II


Sanayileşmiş dünya çocuklarının etrafı hayvan imgeleriyle çevrilidir: oyuncaklar, çizgi filmler, envai çeşit süsleme malzemeleri... Çocukların hayvanlara duydukları kendiliğinden gibi görünen bu merak, durumun her zaman böyle olduğunu düşünmemize sebep olabilir. Kuşkusuz, ilk oyuncakların bazılarında (insanların çok büyük kısmı oyuncaktan habersizken), hayvan figürleri kullanılmıştı. Aynı şekilde, dünyanın dört bir yanında, çocukların oynadıkları oyunlar ya gerçek ya da hayalî hayvanları içermiştir. Ama hayvan röprodüksiyonları, ancak 19. yüzyılda, orta sınıf ailelerin çocuklarının ortamının ayrılmaz parçası olmuştur.

hayvanlara bakmak I

Halka açık hayvanat bahçelerinin kurulması, hayvanların gündelik hayattan kayboldukları bir dönemin başlangıcına rastlar. İnsanların hayvanlarla karşılaşmak, onları gözlemlemek için gittikleri hayvanat bahçeleri, aslında bu tür karşılaşmaların olanaksızlığını kanıtlayan abidelerdir. Modern hayvanat bahçeleri, tarihi insanlık kadar eski olan bir ilişkinin mezarına yazılmış kitabelerdir. 

1 Nisan 2011 Cuma

kuzuların sessizliği

Bilindiği gibi, Derrida hayatının son on beş yılında, “logosantrizm”e uyguladığı yapısökümü bir adım ileri götürüp, “karnofallogosantrizm” diye adlandırdığı şeye odaklanmıştır – yani, Batı kültürünün türcü ekonomisinde hayvanların suçluluk duygusundan azade biçimde öldürülüp yenmesinin teşvik edilmesine. 

burjuvazinin gizli çekiciliği

Burjuva, aşırı yer. Özellikle de eti. Buna şöyle bir psikosomatik açıklama getirilebilir belki:   Burjuvanın aşırı gelişmiş rekabet duygusu, kendisini bir enerji kaynağıyla –proteinle– korumaya yöneltir onu. (Tıpkı çocuklarının da kendilerini içlerindeki duygusal soğukluktan şeker çikolata yiyerek korumaları gibi.) Ancak, kültürel açıklama da en az bunun kadar önem taşır. Eğer öğünün zenginliği görülmeye değerse, yiyenlerin hepsi bu başarıdan kendilerine pay çıkarırlar, can sıkıntısı ihtimali de azalır. Paylaşılan başarı, temelde yemeğin pişirilmesiyle ilgili değildir. Bu, servetin başarısıdır. Servetle doğadan elde edilenler, aşırı-üretimin ve sınırsız artışın doğal olduğunun belgeleridir. Yiyeceğin çeşitliliği, bolluğu, atılması, servetin doğallığını kanıtlar.

JOHN BERGER (O Ana Adanmış, Metis)